“İzlediklerim” köşesinde daha önce 3 Cisim Problemi gibi yapımların teknolojiyle olan ilişkimizi ve “insan” olmanın sınırlarını nasıl zorladığını konuşmuştuk. Bazen de Baby Reindeer gibi dizilerin hayatımıza dair sorduğu sorulara odaklanmıştık.
Ancak bu kez listeye eklediğim Severance, tüm bu temaları alıp, çok daha kişisel, klostrofobik ve rahatsız edici bir seviyeye taşıyor.
Hepimiz yaşamışızdır. O Pazar akşamı çöküntüsünü. Ertesi gün işe gidecek olmanın ağırlığını. “Keşke bir düğme olsa da işteki beni ‘açıp’, akşam eve gelince ‘kapatsam’…” diye düşünmüşüzdür. İşte Severance, bu son derece masum ve insani fanteziyi alıp, onu Black Mirror‘ın en karanlık dehlizlerine layık bir gerçeğe dönüştürüyor.
Peki, ya o düğme gerçek olsaydı?

“Kıdem” (Severance) Nedir?
Dizinin merkezindeki konsept bu: “Kıdem” (Severance) adı verilen cerrahi bir prosedür. Lumon Industries adında gizemli, devasa bir şirket, çalışanlarına bu prosedürü uyguluyor. İşlem basit (!): Beyninize yerleştirilen bir çip sayesinde, “iş” hafızanız ile “kişisel” hafızanız birbirinden tamamen ayrılıyor.
Asansörle iş katına indiğiniz an, “Dışarıdaki” (Outie) siz, yani evdeki, sokaktaki, özel hayatı olan siz, bilincini kaybediyor ve “İçerideki” (Innie) siz uyanıyor. “İçerideki” siz, dışarıdaki hayatınıza dair hiçbir şey bilmiyor. Ailenizi, sevdiklerinizi, hatta adınızı bile (eğer işte farklı kullanılıyorsa) bilmiyorsunuz. Sadece işinizi biliyorsunuz.
Akşam mesai bitip asansöre bindiğiniz an ise “İçerideki” benlik kapanıyor, “Dışarıdaki” benlik açılıyor. İş yerinde ne yaptığınıza dair en ufak bir fikriniz olmadan evinize gidiyorsunuz.
Kağıt üzerinde mükemmel bir “iş-yaşam dengesi”, değil mi? Ne iş stresi eve taşınıyor ne de evdeki dertler iş performansınızı etkiliyor.
Lumon: Kurumsal Cehennemin Steril Koridorları
Dizinin yaptığı ilk şey, estetiğiyle sizi yakalamak. Lumon’un ofisleri bir cehennem gibi tasarlanmamış. Aksine, 70’lerin retro-fütüristik, aşırı steril ve minimalist bir ütopyası (ya da distopyası) gibi. Uçsuz bucaksız beyaz koridorlar, tuhaf yeşil halılar ve ne işe yaradığı belli olmayan “Makro Veri Ayrıştırma” departmanı…
Bu estetik, The Stanley Parable oyununun tekinsizliğini veya bir Kubrick filminin simetrik rahatsız ediciliğini taşıyor. Her şey o kadar temiz ki, kirli bir sır sakladığını bağırıyor. Şirketin kurucusu Kier Eagan’a duyulan tarikat benzeri bağlılık, anlamsız kurumsal ödüller (Bir “Waffle Partisi” kazanmak!) ve tabii ki o meşhur “Mola Odası” (ki adının aksine bir mola yeri değil, 1984‘ü aratmayan bir psikolojik sorgu odası)…
Varoluşsal Soru: “Innie” Bir Köle midir?
Severance’ı benim için “iyi bir dizi” olmaktan çıkarıp “üzerine tez yazılacak” bir yapıma dönüştüren şey, sorduğu felsefi sorular.
“Dışarıdaki” (Outie) siz, bu prosedürü kabul ettiğinde, aslında ne yapmış oluyor?
“İçerideki” (Innie) benlik, kendi rızası olmadan var edilmiş bir bilinç. Doğduğu an, o steril ofis katı. Hafızası yok, geçmişi yok, umudu yok. Tek bildiği şey, sonsuz bir döngü gibi görünen 8 saatlik mesai. “Innie” için hayat, sadece iş yeri. Dışarıyı, güneşi, denizi veya bir yakınına sarılmayı asla deneyimleyemeyecek.
“Innie” istifa etmek istese bile, bunu “Outie”ye nasıl anlatacak? “Outie” ise hayatından memnun, çünkü işin tüm yükünü o “diğer” benliğe yıkmış durumda.
Bu, kölelik değil de nedir? “Dışarıdaki” benliğiniz, kendi rahatı için bilincinin bir parçasını sonsuz bir hapse mahkûm etmiş olmuyor mu? Dizi, kimliğin, hafızanın ve “ben” dediğimiz şeyin ne kadar kırılgan olduğunu yüzümüze vuruyor.
Sadece İş Değil, Yas ve Kaçış
Dizinin bir diğer katmanı da ana karakter Mark’ın (muazzam bir Adam Scott performansı) hikayesi. Mark’ın bu prosedürü neden kabul ettiğini öğrendiğimizde, meselenin sadece “iş-yaşam dengesi” olmadığını anlıyoruz. Bazen “kıdem”, işten kaçmak için değil, kendimizden kaçmak, acıdan ve yastan kaçmak için sığındığımız bir mekanizmaya dönüşüyor.
Mark, karısının ölümünün acısıyla başa çıkamadığı için günün 8 saatini hiçbir şey hissetmemeyi seçerek “çöpe atıyor”.
Sonuç: Waffle Partisi Bitti
Severance, yavaş yavaş açılan, gerilimi ilmek ilmek işleyen, her bölümde sorduğu soruları daha da derinleştiren bir psikolojik gerilim. Kapitalizmin ruhumuzu nasıl “ayrıştırdığına” dair keskin bir eleştiri.
Ve o sezon finali… Aman tanrım. O sezon finali, son yıllarda izlediğim en gerilimli olanıydı. En tatmin edici ve en çok “ŞİMDİ YENİ SEZON GELSİN!” diye bağırtan finallerden biriydi.
Eğer siz de “iş hayatı” ile “gerçek hayat” arasındaki çizginin giderek nasıl bulanıklaştığını merak ediyorsanız ve “Ben kimim?” sorusunu tekinsiz koridorlarda yeniden sormak isterseniz, Severance “İzlediklerim” listenizin en başına yerleşmeyi hak ediyor.
Ama uyarayım: Bir daha ofis asansörüne aynı gözle binemeyebilirsiniz.